İstanbul, tarihi bir şehirdir; Kapalı Çarşısı, Mısır Çarşısı, Kız Kulesi ile buram buram tarih kokan bir kenttir. Üzerine romanlar yazılmış, sayısız şiirler kaleme dökülmüş bir şehirdir. Osmanlı’ya 500 yıla yakın başkentlik yapmış olması, şehrin tarihteki büyük rolünü pekiştirmiştir. Türk Edebiyatı’nda da İstanbul’un mekanlarında geçen pek çok roman bulunmaktadır. Gerçekten de bugün bile ufak bir İstanbul turu yapmak, tarihin izinde gezmek gibi gelir insana. İstanbul, tarih boyunca en kalabalık yerlerden biri olmuştur.
Bazı araştırmalara göre, 2040’larda İstanbul’un nüfusu 30 milyon civarına ulaşacak. Bu da şu anlama geliyor: İstanbul’un cazibesi hala devam ediyor ve bu da edebiyata daha fazla malzeme çıkarıyor. Edebiyat, insanın duygusuyla alakalıdır; insanın duygusu ise gördüğü güzel manzaralarla ilişkilidir. Gerçekten de Kız Kulesi’nin karşısına geçip sıcak bir çay yudumlamak, ne kadar müthiş bir duygudur! Ya da Çamlıca Tepesi’ne çıkıp İstanbul’u izlerken derin düşüncelere dalmak, ne kadar güzeldir. Yerebatan Sarnıcı’na gitmek de bir başka harika deneyimdir. Bunların hepsi edebiyata birer malzemedir.
Ne kadar kalabalık olursa olsun, insanlar bu şehirden vazgeçemiyor ve işte bu vazgeçilmezlik, edebiyata da yansıyor. Son zamanlarda Selim İleri’nin “Yaşadığım İstanbul” adlı makalelerinden oluşan kitabını okudum, ayrıca Mithat Cemal Kuntay’ın “Üç İstanbul” romanını da okudum ve İstanbul hakkında biraz daha derin düşünme fırsatım oldu. Bu tefekkürün sonucunda, İstanbul’un edebiyatçı için ne kadar önemli olduğunu fark ettim. İyi ki varsın, İstanbul.
Selam ve dua ile…