1.hocam Hüseyin siyabend kimdir? ilk önce sizin tanıyalım
Ben Bingöllüyüm, Risale-i Nur müntesibiyim, uzun zamandır da Hîvda İletişim ve Yayınlarında çalışıyorum. Bu soruna Ne olduğum değil de ne olmadığa dair uzunca ifade etmek mümkün.
2-Günümüzde herkes kendine alim diyor, Alim olmanın koşulları nelerdir?
Bu noktada genel anlamda bir karşılaştırma yapmadan yani genellemeyi bir yana koyarsak; Alim; iki kanatlıdır. Hem gavvas yani dalgıç olacak, yani tarihin amakına derinliğine girip zamanın tesiratından sıyrılıp hakikati bulan ama kendi zamanının toplumsal aykırılıklar ve karşıtlıklar karşısında bilinçli, olandır. Bu karşıtlıkların ve aykırılıkların doğru etkilerini kavrayandır. içinde yaşadğı zamanın ve bu kuşağın istekleri karşısında bilinçli, bu aykırı durumlar karşısında mahkum olan topluma kurtuluş yolunu göstermekten sorumlu olandır. toplum için çözüm yolu ve ortak idealler belirleyendir, uyuya bırakılmışlığın veya donuk alışkanlıklarına hareket kazandırmak için kendi milletine ortak ve şevk, coşkun, şefkaat, iman bağışlayandır. Yani Alim; eskilerin kitaplarını en iyi bilen demek değildir. Ustad Bediuzzaman’ın dediği gibi; Kur’an “açık tarih” prensibine dayanır. Eskilerin bilgilerini bilmek onu nakletmek “kapalı tarih” prensibine dayanır. Yani Kur’an temsil ve misallerle konuşurken bize bir düstur u külli veya bir kanuni umuminin uçlarını gösterir. O nedenle Alim hem geçmişi bilecek hem de içinde yaşadığı zamanı ve ihtiyaçları tespit edip, istikbale doğru bilgisini ve bilincini milletine aktarandır. tek kelimeyle, toplumuna peygamberliğin varisliğini üstlenen yapan, yönlendirme ve adalet ( çok boyutlu) için şefkat, iman, hedef kazandırmış tarihteki peygamberlerin yolunun takıpçisi olandır.
Peygamber a.s. “Ümmetimin alimleri beni İsrail peygamberleri gibidir” sözü sıradan bir övgü sözü değildir. Burada alim, ilim ehli, aydın, hocanın misyonu, bugün içinde yaşadığımız sorunların onların omzunda olduğu anlamındadır. Bu sorunlar Hakikat, Adalet, Özgürlük, değerlerin hiçleştirilmesine karşı sorumluluklarının hatırlatılmasıdır. İsrailoğullarının peygamberlerinin işi görevi neydi? Yani doğru, adil, halis bilgisine sahip oldukları Hz İbrahim a.s., Hz Musa .a.s, dinine göre aile ve toplumsal sapmalardan kurtarmak, din’i araçsallaştırılmasının tahrif edilmesinin önüne geçmek, din’in asıl yönü olan hakikat, adalet, hürriyet, eşitliğe dikkat çekmektir. peygamberler ne yapmıştır? Her yeteneğin filizlenme özgürce gelişme mecaline sahip olacağı uygun zemin oluşturmadılar mı? Bu yeteneklere verilen yön çiçeklenip gelişe bilmesi için bu yeteneklerin harekete geçmesinde etkili olan unsurları hayatlandırmadılar mı?
Ustad Bediuzzaman’ın dediği gibi, bu “zamana hükmü ve uygun bir dili,” ile bu aykırılıkları giderecek uygun çözüm yolu, kendi kültürüne uygun sermayesi olan bilinçli bir insandan ibarettir. Kısacası bence Alim insan, düşüne bilen kendi toplumsal ve kültürel gerçeklerine uygun bir dünya görüşüne sahip olabilen insandır.
Ben şahsım adına 3 boyutlu ( ilim, ahlak, amel yani Hikmet, İffet, Secaat) bu kişiliği Said-i Kurdi/Nursî de bulmaktayım. Kendi pratiği bunun en güzel delilidir. “Eğer, Ferdiyetcilik hisleri, ihtilaf, kendini beğenmişlik, ağalığa meyl, aldanmak ve aldatmak sun’i Kürdlük
muktezasından gösterilse şahit olunuz o Kürtlükten istifamı veriyorum. Ve Cesaret, Sadakat, Diyanetin ünvanı olan Kürdlükle iftihar ediyorum. Nasıl ki istibdat döneminde bu fıtri ve tabii Kürdlük için tımarhaneye düştüm. Divanelerin doktorlarına dedim. Eğer Müdahane yani olduğundan başka görünme dalkavukluk, alçalma, kedi gibi yalvarma, köpek gibi yalvarma, kendi menfaatimi Kürdlerin menfaatine tercih etme, aklın gerektiği ise şahid olunuz ki ben o akıldan istifa ediyorum.” Bu örnekleri çoğaltmak mümkün.
3.Vahdettin İncenin star gazetesinde geleneksel mele ve ilahiyat hocaların karşılaştıran 2 -3 yazı kaleme aldı bu konuda ne düşünüyorsunuz ?
Vahdettin hocamızın bahsettiğiniz yazısını okudum, burada hocamıza bir soru sorarak başlamak gerektiğini düşünüyorum. Olgular mı daha değerlidir? Yoksa değerler mi daha değerlidir?
Osmanlıdan bugüne geniş zaman yayılmış Kürdistan’a uygulanan üç ayrı merkeziyetçilik vardır. Siyasi-askeri merkeziyetçilik, dini merkeziyetçilik ve ekonomik merkeziyetçilik.
Bu üç merkeziyetçilik politikasının günümüz Ümera, Alim, Aydın üzerinde ne gibi etkileri vardır? Kürdistan davasında ne kadar belirleyicidirler? Belirleyici oluşları hangi zemine hizmet etmektedir ? Mesela: üç noktaya dikkat çekelim. Ümera, Alim ve Aydınların, Kürtlerin içinde bulunduğu bu üç merkeziyetçiliğin oluşturduğu biyo, psiko, sosyo alanda sonuçlarına dair ne gibi çözümlemeleri vardır? Ümera, Alim, Aydın’ların hedefi, Kürtlerin hedefi mi? Arzuları, Kürtlerin arzularımı? İhtiyaçlar, Kürtlerin ihtiyacı mı? Kürd vicdan-ı millisini ne kadar temsil ediyor veya edebiliyorlar? Bu konuda ilginç bir örnek vereyim. Ustad Bediüzzaman’ın bir ifadesi var: “Kürdlerin zimam-ı ihtiyarı, ulema elindedir.” Bu bir durum tespiti ve bu olgu egemen devletler için nasıl bir avantaj sağlıyor? Asıl tartışılması gereken sorlar bunlar.
Veya Kürt Ulusal Mücadelesi veren Kürt Âlimlerinden Şeyh Ubeydullah, Şeyh Said Berzenci, Şeyh Abdusselam Barzani, Şeyh Mahmud Berzenci, Şeyh Said gibi – çoğaltmak mümkün- neden Aydın sıkıntısı çektiler? Şahsi kanaatim şu; Vahdettin Hocamız konuyu birde merkeziyetçilik ve onun sonuçları üzerinden değerlendirmesi gerektiğidir. Asıl mevzu buradadır. Bence Kürt davası, cevapların örtmüş olduğu sorularda saklıdır.
4.Özelikle ramazan ayında Nihat hatipoğlu ve benzeri hocaların sakız çiğnemek orucu bozar mı gibi son derece komik sorular geliyor bu noktada toplumun seviyesine göre mi alimler yetişiyor, yani bu biraz arz talep meselesi mi?
Kısa bir izah getireyim sonra sorunuza cevap vereyim. Bazen küçük bir izah veya biraz değişiklik meseleye yeni bir görüş veya bakış kazandıra bilir. Ya da ele alınan konunun
oldukça derin ve yeni olduğunu görmeyi sağlaya biliyor. Bundan da önemlisi, hep uğraştığımız ve yakından tanıyor olduğumuz bir mevzu hakkındaki görüşümüzü, algı, duyumsama, yargı ve bilme şeklimizi kökünden değiştirmemiz gerekebilir.
Gerçek şudur ki, Türk toplumunda ve Türklerin devlet merkezli güce ve kudrete dayalı toplumsal yapısı ve bu yapı özgünlüğünde gelişen Türk tipi din’i anlayışı var. Türkiye de sosyal bilimler eğitimi, Türklükten bağımsız değildir, mesela Tarih yoktur, Türk Tarihi vardır, sosyoloji yoktur, Türk sosyolojisi vardır, din yoktur, Türk İslam/İslamcılığı vardır, Dil yoktur, Türkçe vardır vs, acaba gerçekten dini tebliğle uğraşmak mı istiyoruz? Tebliğ edilen şey Din mi?
Türk toplumunda bu gibi dini anormalliklerinin nedeni; daha çok camii, ilahiyat, imam hatip, mescitleri onaralım, sakal cübbeyi diriltelim, taharet necaset icra etmeliyiz deyip herkesin eline bir ilmihal tutuşturalım icrası önerilmekten kaynaklıdır. Yani din bir dizi ilmihal bilgileri çerçevesinde sunulmasından kaynaklanmaktadır. Türkiye özgünlüğünde bu yaklaşım, yüzeysel, hayalidir. Bu ve benzeri talepler aynı zamanda Türkiye özgünlüğünde Din’ in yükseliş ve inişli durumu, Din’in statüsünü mahiyetini varoluşsal konumunu da vermektedir.
Aslında bu ve benzeri sorular bize şunu gösteriyor; günümüz insanı artık dine ihtiyacı kalmamıştır. Çünkü ona göre din, ilmihal bilgisi baglamında varolmuştur. Resmi din’de kendisini ifade ettiğimiz bu noktalardan şekillendirmiş, din’i araçsallaştırmış, siyasal statüsüne dair meşruiyet kazandırmak üzerinden ilahiyatlar oluşturmuş okullar açmıştır. Bu konuda bunun bir sonucudur.
Din’in doğru sunumunu yapmak gerekiyor, Saîdê Kurdî’ninde dikkat çektiği gibi Din/İslam’ı birinci planda insanın siyasi tecrübesinden bağımsız ele almak gerekmektedir. İnsan, kendisini tecrübe ederek ve bu tecrübesini anlamlandırması, kâinatı tecrübe ederek bunu anlamlandırması ve Vahiy olgusunu yani Kur’an ve Sünnet’i tecrübe ederek bunu anlamlandırması. İşte Din/İslam düşüncesi bu üç unsurun bir araya gelmesiyle meydana gelmektedir. Dindar insan bir şekilde kendisi ile kâinatı tecrübe ederek -etmeli zaten- (30. Söz Ene Bahsi, 11. Söz; Risale-i Nur) bunu anlamlandırır. Daha sonra bu tecrübe ve anlamlandırmasına uygun olarak vahiy olgusuna müracaat eder. Vahiy olgusunu tecrübe edip bu tecrübesini kavramları kullanarak anlamlandırır. İşte bu üç unsurun bir araya gelmesiyle meydana gelen düşünceye biz Din’i düşünce diyoruz. Dolayısıyla din’ i düşünce sadece insanı dışarıda bırakarak kâinatın felsefi bir tasavvuruna veya Kur’an ve Sünnet’in salt lügat, dilsel, ilmihal malumatlardan oluşan bir tasavvura sahip olmak demek değildir.
Dini düşünce ifade ettiğim unsurların bir araya gelmesiyle elde edilen bilgi ve marifettir. Her Ramazan ayında insan kendisine sorması gereken sorular şu olmalıdır: ben kimim? Neyim? Özne miyim yoksa Nesnemi? Özgür müyüm yoksa değimliyim? Yerine getirmem gereken sorumluluklarım var mı? Bir hedefim var mı yoksa başıboş şekilde mi yaşıyorum? Gidişatımı kendin mi belirlemeliyim yoksa birileri bana nasıl yol alacağımı söylemelimi? Doğru yolun hangisi olduğuna kendim mi karar vereceğim yoksa bunu birilerimi benim yerime yapacak? Bağımsız mıyım yoksa bağımlımı? Yitirdiğim asıl değer, kalp, akıl ve akletme mi yoksa duygu ve duyarlılık mı? Acaba yalnız ve amaçsız olarak bir çöle mi fırlatılmışım? Yoksa öteki olan birinin mi muhatabıyım? Hakikat, adalet, özgürlük benim için nasıl bir anlamı bulunmaktadır? Neye gönülden bağımlıyım? Özgürlüğe mi eşitliğe mi? Farkındalığım, iradem, istek, arzu ve eğilimlerim sınırsız mı yoksa bunların hepsi doğal, hukuki sınırları bulunmakta mıdır? Gerçekten ben kimin? Hakikatim nedir? Hayatın gayesi nedir? Manası
nedir? Gaye ve mananın neresindeyim? Kendimle barışık mıyım yoksa yabancı mıyım? İşte bu temel sorulara verdiği cevap insanın kendisine dair Ramazan ayının tecrübesini oluşturmaktadır. Bütün bunlar insan’ın kainat/eşya ile insanın insan ile, İnsan’ın Allah/din ile ilişkisine dair bir tecrübe oluşturacaktır. Bu noktada Din, insanın bir başka insana karşı hürriyetini ve adaleti, Allah’a karşı Adaleti/ubudiyeti formüle eder.
5. Son olarak alim olmak isteyen genç arkadaşlara neler tavsiye edebilirsiniz
Benim Ustad Bediüzzaman’dan öğredim nokta şudur: bana bilgi aktaran Hocalarımdan çokça övgüyle söz etmem. Çünkü bu bilgileri kitaplardan ya da başka öğretmenlerden de edinebilirim. Fakat hafızamda değil varlığımda, bilgimde değil kişiliğimde değişiklik ortaya çıkaran başka bir şekilde ifade edersem düşünmeyi öğreten kimseler benim övdüklerim. Kendilerine borçlu olduklarımdır. Onlar düşüncelerini bana aktarmış değiller. Onlar düşünmeyi öğretmişlerdir. Bana görme sanatını öğretmişlerdir. Yoksa onlar gördüklerini bana aktarmış değiller.
Bir kitap okuduğunuzda bilgilerinizin artığını hissediyorsunuz ama eğer bakış biçimin ve olguları değerlendirmede bir değişiklik yoksa başarılı değilsin demektir. Bir inancı, düşünceyi, dünya görüşünü tam anlamıyla ortaya koyamamak, bilgi de değil, akletme biçiminde sorun var demektir. Ne okuyayım değil, okuma biçiminde bir sorun var demektir. Genç arkadaşların veya bizlerin ilişkide olduğumuz, okulda, medresede, tekke de vs öğretmen- öğrenci, mürşit ve mürit ilişkisi hayatımızda var, ama bilgi aktarımı bağlamında olursa bu övgüye layık değildir. Ama düşünme ve akletme de bakış ve değerlendirme noktasında bir kazanım kazandırmışlar ise övgüye layıktırlar. O zaman o öğreticiler hafızanda olmazlar ama akletmemiz de hep var olurlar. Yani mesela siz bir kitap okuyacaksınız, bu ister dini bir kitap olsun ister olmasın. Kitaba başladığınızda nasıl çözümlemede bulundugunu, nasıl sonuca ulaştığını, kitap sana karşı nasıl bir direniş gösteriyor, seni hangi noktaya veya jeopolitiğe çekmek istiyor, bunu akledebiliyorsan kitap sana egemen olamaz. Sen bu noktada başarılısın demektir.
Ancak bu öğretilerin tümünü başından sonuna dek ansiklopedik bilgiler çerçevesinde yıkanmış, damgalanmış, görülmüş biçimde öğretiliyorsa bir değer taşımaz. Örnek, Bediüzzaman filan yerden filan tarihte doğdu, şuraya gitti, şunu söyledi, kitaplarını şöyle yazdı, e sonra bunları ansiklopedik bilgiler çerçevesinde bilgilenmek sonsuz bir bilgisizlik acizlik süreci içindesin demektir. 100 kitap oku 101 de cahil ve bilgisizsin. 101. Kitabı oku, 102 de yine cahilsin. Bunun sonu yok. Hala avamsın demektir. Fakat bir düşünceyi fikri dünya görüşünü tanıtsalar onu tanıma yöntemini öğrensek o zaman Alim olma yolunda adım atmışız demektir. Ustad Bediüzzaman’ın dediği gibi, ilim kafi değildir Nazar da lazımdır. Kürt medreselerinin en önemli özelliği talebe hoca ilişkisinde bu özgürlük zeminin olmasıdır.